Hasan Usta’nın Gökkuşağı

Bizim bir Hasan Usta’mız var. Tam kırk sekiz yıldır ilkel bir tezgahta küp, saksı, testi falan yapıyor. Göl kenarındaki bir kasabada yaşıyor.

Bir kızılağaç korusunun içinde, tek katlı ahşap bir barakası var. Dikdörtgen şeklindeki barakanın dört bir yanı pencere. Pencerenin önünden tren yolu geçiyor. Tren hattının gerisinde bir göl var. Göl kıyısında sazlıklar var. Sazlar rüzgar çıktığında şarkı söylüyorlar.

Hasan Usta böyle bir yerde yaşıyor. Sormadım ama bin yaşında falandır herhalde. Olmasa bile bana öyle geliyor. Çünkü yüzünde bin yıllıkmış gibi duran çizgiler var. Gözleri biraz derine kaçmış, oradan gülümsüyorlar. Gülmediği zamanlarda da gülümsüyorlar.

Günlerden çarşambaydı. Aylardır aralıksız çalışıyordum. O sabah yine bir şeyler karalarken yorulduğumu fark ettim. Her şey üstüme üstüme gelmeye başladı. Bu koca şehrin geriliminden uzaklaşmak, alıp başımı bir yerlere gitmek istedim. Hasan Usta geldi aklıma. Uzun zamandır görmüyordum. Onu ne kadar özlediğimi, gözümde tüttüğünü o an fark ettim.

Bu lanet, bu kirlenmiş, bu her yanından sahtelik akan ortamdan hemen uzaklaşmak için dayanılmaz bir istek duydum. Nedense trenle gitmeliyim diye düşündüm. Öyle de yaptım. Kalabalık değildi. Cam kenarına oturdum. Trenin hızı arttıkça, hayatı savunma reflekslerinin, uzlaşmalara teslim edildiği bir dünyadan uzaklaşıp, içinde hiçbir gerilim, hiçbir paranoya, hiçbir teslimiyet olmayan sahici bir dünyaya yaklaşıyordum sanki. Rahatlamıştım. Doğruca Hasan Usta’nın barakasına gittim. Beni merasimsiz karşıladı. Öyle “hoş geldin”, “vay nerelerdeydin” falan filan gibi şeyler söylemedi. Sanki az önce oradaymışım gibi. Şöyle bir baktı. Çok sevinmişti. Bunu, gözlerindeki ışığa boğulduğum an fark ettim.

“Uzun zaman oldu” dedi. Sesi sakin, kalın, biraz kirli ve beklediğimden daha yaşlıydı… Belli belirsiz “Öyle oldu” dedim. Tezgahın üstünde bir saksı duruyordu. Hemen yanında desen yapmak için renkler hazırlanmıştı. “Toprak boyası mı?” dedim. “Toprak boyası” dedi”. Toprak boyasından bu kadar çok renk yapıldığını bilmiyordum.

Ayağı ile tahta pedala bastı. Tezgahın üstündeki saksı dönmeye başladı. Hızını bulunca Hasan Usta parmak kalınlığındaki fırçayı önce suya sonra da boyaya batırdı, saksının üst boğumuna turuncu bir kuşak attı. “Bu” dedi “Güneşin rengi”…

Kırmızı, sarı, mavi, mor geldi ardından.

“Gökkuşağına benzedi” dedim. “Evet” dedi o kadar.

Bir tren geçti. Camlar şangırdadı. Trenin sesi uzaklaştı.

Gökkuşağı tamamlanıyordu en son griyi çizdi. Fırçayı bıraktı. Biraz geriye çekilip, hala aynı hızla dönen saksıya baktı. Aslında kendi yarattığı gökkuşağını seyrediyordu… “Güzel oldu” dedi. “Çok güzel oldu” dedim.

Beni buraya çeken “şey”in sırrını çözmeye başlamıştım galiba.

YAVUZ ÖZKAN

NOKTA (26 Temmuz – 1 Ağustos 2004; Sayı: 1099)