Marlon Brando

Şile’de ormana bakan bir evin verandasında üç arkadaşımla birlikte, filozofisi ve filozofları olmayan bir dünyada yaşamanın ne kadar hüzün verici olduğundan, artık insanların hayallerinin bile neredeyse tek merkezden oluşturulduğunu falan konuşuyorduk.

Bir arkadaşımızın telefonu çaldı, konuşmak için yanımızdan ayrıldı. Döndüğünde, Marlon Brando ölmüş dedi.

Bir an sessizlik oldu. Birisi “al işte” gibisinden bir şey söyledi. Sonra yine sessizlik.

Hepimiz çok yakın bir arkadaşımızı, dostumuzu, ailemizden birisini kaybetmiş gibiydik.

Sessizliğimizin, kimsenin söyleyecek bir şey bulamamasının, Marlon Brando’nun eşsiz bir aktör olmasıyla ilgisi yoktu. Öyle olsaydı onu filmleriyle anar, onun, oyunculuğunu kutsar, sonra da konumuza dönerdik.

Ama öyle olmadı. Bu dünyada yaşadığı için kendimizi iyi hissetmemize sebep olan birisini daha kaybetmiştik.

Eve döndüğümde Brando’nun, “Annemim Öğrettiği Şarkılar” adlı kitabına  bir göz attım.

“Çevremde o kadar çok kötülük, korku, nefret ve yalan dolan var ki… Bu konuda bir şeyler yapmak istiyorum” diyordu bir yerinde.

“Toplum senin, temiz ve dürüst kalmanı istemiyor. Çünkü insanlar lanet bir korku içindeler”

Bu uzun iç hesaplaşmanın sonu çok dokunaklıydı.

“Evimizin, sonbahardaki halini, elmaları, yaprakları, kokuları ve oradaki milleti özledim şimdi. Bunu düşünürken bile boğazımda bir şeyler düğümlendi”.

“İnsanlar lanet bir korku içinde” yaşarken o, adalet, eşitlik ve özgürlük arıyordu. “Siyahların tarihini okumuş çok etkilenmiştim. Dört yüz yıllık kölelik tarihinde özgürlüklerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi…”

“60’lı 70’li yıllarda yoksulluğa, ırk ayrımına, toplumsal adaletsizliğe karşı yürütülen bütün kampanyalara canı gönülden katılıyordum…”

“Özgür bir Filistin devleti isteyen derneğin aktif bir üyesiyim artık…”

Kızılderililerin mücadelesi için büyük paralar harcıyordu. Pasifik’teki  çocuklar için de.

Durmadan merak ediyor, durmadan okuyordu.

“Tiyatroda kendime bir kitaplık yaptırmıştım. Sahnede işimin olmadığı zamanlarda bir köşede oturur çalışırdım.

Bir gece Richard Rodgers tiyatroya geldi ve beni, sahne kostümlerimle köşemde kitap okurken gördü.‘Ne okuyorsun bakiim?’ Eğilerek elimdeki kitaba baktı. Epiktetus’un söylevleriydi. Sonra kitaplara göz gezdirdi. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, Thoreau, Gibson ve Rousseau’nun kitapları vardı. Aklı karışmış bir insanın yüz ifadesiyle çekip gitti.”

Onun oyunculuğu, hayatla, edebiyatla, felsefeyle,bilgiyle ve adaletsizliğe direnme bilinciyle besleniyordu.

Belki de onun, yeryüzündeki oyunculardan farklı bir yere konmasının sırrı da buydu.

YAVUZ ÖZKAN

NOKTA (12 – 18 Temmuz 2004; Sayı: 1097)